Beyaz Papatyalar
Üniversite ikinci sınıftayım.
Üyesi olduğum tiyatro kulübü, Lorca’nın “Kız Kurusu Gül Hanım” adlı oyununu
sahnelemek üzere çalışmalarını sürdürüyor. Oyun metni bir Can Yücel çevirisi.
Reji, oyunda geçen şiiri Can Yücel’in ağzından oyunun finalinde kullanacak.
Seslendirmeyi kayıt etmek üzere ben ve Atilla arkadaşım gönüllüyüz. Can Yücel
aranıp randevu alınıyor. Saat 13.00’te Kuzguncuktaki sahil kahvesinde buluşmak
üzere sözleşiyoruz. İngiliz Edebiyatı’nın çömezlerinden ben, heyecandan ölmek
üzereyim. Çevirinin, şiirin bu denli başarılı üstadıyla tanışmak…
Atilla ile buluşup Kuzguncuk’a
gitmek üzere otobüse biniyoruz. Kararlaştırılan kahveye buluşma saatinden on
beş dakika önce varıyoruz. İçeriye heyecanla göz atıyoruz. Can Baba yok. Oturup
bir iki çay içip heyecanımızı yatıştırmaya çalışıyoruz. Saatlerin ikiyi
göstermesine rağmen Can Baba ufukta görünmüyor. Kahveciye sorunca “Evini
arayın, o sizi çoktan unutmuştur.” diyor. Karşıki pastaneden evini arıyoruz,
cevap vermiyor. Boynumuz bükük kahveye geri dönüyoruz. Kahveci soruyor,
“Ne
oldu?”
“Cevap
vermiyor, sanırız evde yok…”
“Yok
yahu, sızıp kalmıştır, telefon mu duyar o şimdi? Siz en iyisi evine gidin,
uyandırın; bakın şu karşıki yokuşu dümdüz devam edin, sağ tarafta bahçe içinde
üç katlı beyaz bir villa. Duyana kadar çalın. Eminim uyuyordur o…”
Gözlerimiz parlıyor. Pılımızı
pırtımızı toplayıp doğruca yokuşa… Evi buluyoruz. Benim Kuzguncuk’a ilk
gidişim. İstanbul’un en güzel semtlerinden biri ama, Can Yücel’in evi de
Kuzguncuk’un en güzel evlerinden biri… Küçük bir bahçe yanında bir ağaç,
dalları üçüncü katın pencerelerine kadar uzanıyor. Sağ tarafta sokak kapısı,
sol tarafta bir küçük pencere. Heyecanla kapıyı çalıyoruz. Ne içeriden bir ses geliyor
ne kapıya yanıt veriliyor. Bir, iki, üç…. Tam umutlarımız tükenmek üzereyken ben
kapının solundaki pencereden içeri bakıyorum. Sırtımdan içeri doğru sızan güneş
yeterince net görmeme engel oluyor ama önümdeki küçümencik odayı az çok seçebiliyorum.
Bir tane tek kişilik divanla bir küçük sehpa… Zaten başka bir şey sığmayacak kadar
da küçük bir oda… Yatağın üzerinde don-atlet yatan bir adam. Ayak kısmı
pencereye doğru olduğundan yüzünü göremiyorum. Zaten bacakların bitiminden
volkanik bir dağ gibi yükseliveren bir göbek engel oluyor yüzünü görmeme.
Atilla’ya sesleniyorum; “Ati, Ati baksana! Burada don-atlet biri yatıyor!” Atilla
yanıma geliyor. Bu kez ben bir yandan camı tıklatırken Atilla zile basmaya
devam ediyor. Sonunda volkanik dağ hareket ediyor ve kapı açılıyor. Az önce “don-atlet
yatıyor” dediğim volkanik dağın karşımda Can Yücel olarak durduğunu görünce
utanç mı, sevinç mi, heyecan mı bilemediğim bir karmaşaya kapılıyorum. “Aağeveeet?”
diyor Can Baba yarı-uyanık… Atilla durumu açıklıyor. “Geçin, geçin hatırlıyorum.”
diyor ama hatırlamadığı yüzünden okunuyor. Kapı açılınca sol tarafta az önce
dışarıdan gözetlediğim odayı görüyorum. Üzerindeki beyaz bir çarşaf, dağınık
bir divan. Odanın dışında kalan bölüm öyle küçük ki ancak ayakkabılar falan
dizilmiş. Hemen önümüzde yukarıya açılan açık renk ahşap merdivenler
yükseliyor. Can Baba yukarıya çıkmaya başlıyor ağır adımlarla. Ayakkabılarımızı
çıkarıp çıkarmayacağımızı soran gözlerle birbirimize bakarken Atilla’yla, o
dönüp, “Ne duruyorsunuz yahu? Gelsenize!” diyor. “Şey… ayakkabı…” gibi bir
şeyler kekeliyorum. “Gelin yahu, ne ayakkabısı, evi bok götürüyor zaten!”
diyor.
Biraz daha rahatlamış,
merdivenleri çıkarken üst basamaklara doğru kâğıt parçaları ilişiyor gözümüze,
yukarı çıktıkça yoğunlaşan bu kâğıt parçaları, mutfağa eriştiğimizde -merdivenlerin
sonunda salonda bir açık mutfak var- doruk noktasına ulaşıyor. Her yer ama her
yer kâğıt. Ufak çaplı cambazlıklarla oturacak bir yer edinmeye çalışırken Can Baba
söze başlıyor. “Sormayın,” diyor, “Güler yine terk etti beni.” Henüz bulduğumuz
sandalyelere oturmadan O tuvalete gidiyor. Biz yuvarlak ahşap mutfak masasının
etrafındaki sandalyelere işiyoruz. Tabii, sandalyelerdeki kâğıt tomarlarını
bertaraf ettikten sonra. Masanın üzerinde kâğıttan başka yalnızca birkaç şey
var. Bir kül tablası, bira kutuları ve içinde beyaz papatyalar olan bir küçük
ince belli çay bardağı. İçindeki papatyalar boynunu bükmüş; belli ki haftalar
olmuş alınalı. İçindeki su berraklığını tamamen kaybetmiş, yeşille griyi
karışımı bir renk almış. İçinden çıkan çürümüş çiçek kokusu o kadar keskin ki,
dayanılası değil. Ben onu önümden alıp masanın bana en uzak köşesine koyuyorum.
Burada mutfak tezgâhı da dahil olmak üzere her yer üç ana şeyden oluşuyor: kâğıt,
sigara külleri ve bardaklar… Çiçeği uzaklaştırmayı başardığım andan itibaren
etrafı incelemeye koyuluyorum. Evin en güzel şeyi gözüme çarpıyor; mutfakta
duvara dayalı eski beyaz mermerden bir kurna duruyor, öyle güzel ki… Ben onu kaş
göz işareti ile Atilla’ya gösterme çabasında iken Can Baba homurdanarak,
öksürerek boğazındaki balgamı temizlemeye çalışarak içeriye giriyor. Bu arada
elini, içeriye gittiği sırada üzerine giydiği gömleğin cebine atıyor. Çıkardığı
bir tomar parayı Atilla’ya uzatıyor, “Bak şimdi, sen bir koşu bakkala! Bana iki
paket “Kamel”, al ama bak bundan! İyice anladın mı?” diyerek masadaki boş sigara
paketini gösteriyor. “Kalanıyla da alabildiğin kadar bira kap gel!” Cümlesini
bitirir bitirmez bana dönüyor. “Sen de bir kahve suyu koy bakalım da bir kahve
içelim”. Aptal aptal bir süre ona bir süre birbirimize baktıktan sonra “Tabi!”
diyorum hemen. Atilla gidince Can Baba yine ortalıktan kayboluyor, ben nereden
başlayacağımı bilmeyerek kahve fincanını aramaya koyuluyorum. Soldaki ocağın
üzerinde duran tencerenin kapağını açıp içinde ne olduğu artık anlaşılmayan
yemek artığına bakıp, içinde oluşmaya başlayan canlı organizmaları özgür
bırakıyorum. Lavabonun içinde bir çay kaşığı bile koyulmayacak kadar dolu.
Dayanamayıp bulaşıkları yıkamaya başlıyorum. Ama öncelikle Can Baba’nın kahve
suyunu ateşe koyuyorum tabi. İlginç bir şekilde tek bir kahve fincanı
bulamadığımdan lavabonun üzerinde duran raftan daha çok kavanoza benzeyen
seramikleri alıp kahveleri hazırlıyorum. Bu arada yalnızlığım son eriyor.
Atilla elinde biralarla marketten dönüyor Can Baba da sanırım tuvaletten
mutfağa geri dönüyor. Atilla’nın elindeki biraları alıp, birini açıp birkaç
fırt çektikten sonra gülümsüyor. “Hala pederşahiyiz bakın, erkekleri alışverişe
gönderiyoruz; kızlar da kahve pişiriyor.” Ben gülümsemekle yetinirken Atilla “Olacak
tabi o kadar.” diyor. Can baba kükrüyor, “Ne demek ulan olacak o kadar? Bu işin
zevki burada…” Gülüyor. “Eee, hadi başlayalım bakalım.” Ama boğazına takılıp
duran balgamdan bir türlü başlayamıyoruz. Arada biraz önce bahsettiğim kurnaya
gidip, boğazını temizleyip sonra sağ koluyla sarı bıyık ve sakallarının
arasında görünmeyen ağzını temizleyip tekrar yerine oturuyor. Şiiri okumaya
başlıyor. Biz kayıt cihazını çalıştırıyoruz.
“Sabah
sabah açar kafir
Kan
kırmızı öğk öhö öhhhöööğ…”
Yine
bir öksürük krizi, baştan alıyoruz. Bir daha, sonra bir daha… Sonunda şiiri
tamamlamayı başarıyoruz.
“Sabah
sabah açar kafir
Kan
kırmızı
Yanına
yanaşmaz çiğ,
Yanmış
bir kere ağzı,
Tam
açılır öğlenleyin
Dipdiri,
sanki mercan…”
Ağzında ceviz büyüklüğünde bir
top varmışçasına yuvarlayarak kendine has üslubuyla okumayı bitiriyor. Orada
biraz daha vakit geçirebilmenin yollarını ararken kapı çalınıyor. Evrensel’in yayın
yönetmeni Tevfik Taş geliyor. Çok kibar bir dille Can Baba bizleri
tanıştırıyor. Tevfik Bey bizleri kibarca selamladıktan sonra masanın dördüncü
sandalyesini oturuyor. Benim eve gelir gelmez oturduğum yerden uzaklaştırdığım
papatyalar ilişiyor gözüne. Tüm beyefendiliği ile “Böyle güzel çiçekler ancak
sizin gibi güzel bir bayana yakışır” diyerek çay bardağındaki papatyaları tam
önüne bırakıyor. Domatesi andıran kıpkırmızı yüzüm önümde, “Teşekkür ederim.”
diyorum. Uzun uzun konuşuyoruz sonra… Hasan Âli Yücel’den, BBC’den, İngiliz Edebiyatından,
Wordworth’ten Mina Urgan’dan… Kızıyor bizim bölüme Kuran kursu gibi
inceletiyorlar size Milton’u. Kuran
kursu ne ki? Bana önce Arapça öğret, ben de Arapça’nın en önemli metni Kur’an’ı
oturup inceleyeyim. Bana kelimenin okunuşunu öğretmişler ne anlarım? Sizler
önce Milton’u, İngiltere’yi, İngiliz tarihini anlayıp sonra ‘Paradise Lost’u
okumalısınız. Katılıyorum, yaşadığım en büyük sıkıntının de bu olduğunu
anlatarak.
Bizimle yeterince ilgilendikten
sonra Teyfik Bey’in evindeki yayınlanmaya hazırlanan şiirlerine göz atıyor. Can
Baba “Ya Tevfik, bu şiir böyle olmadı.
‘Sike sike geldik
sike sike gidiyoruz’
yerine ‘seke seke’ desek daha
iyi olacak.” Kocaman kahkahalar atıyor.
Artık daha fazla orada kalmak
için bir bahane bulamadığımızdan oyun davetimizi uzatıyoruz, gelmesinin mümkün
olmayacağını bilerek. O da zarfa şöyle bir göz atıp, salonun ortasındaki kâğıt
yığınının arasına yolluyor onu da. Teşekkür edip sessiz, şaşkın, durgun yokuşun
başından inmeye başlıyoruz denize doğru.
Atilla şimdi avukat, Tekirdağ’da
askerliğini yapıyor…
Ben, İngilizce öğretmeniyim…
Can Baba,
O yok…
Mayıs,
2001

